Where do I belong? -Aidiyet

Ankara-Yozgat hattında yaptığım ilk otobüs yolculuğu düştü aklıma. Bir yıla yaklaşan sükutu bozmama sebep olan nedir ki acep? İlk cümleden sonra kendimi sorgulamaya iten şey nedir peki? Sokratesvari sorularla neyi amaçlıyorum? Ya da nereye varmaya çalışıyorum? Bütün bunlar nasipte varsa başka bi yazının konusu olsun. İlk cümleye döneyim.

Eylül ayının ilk günleri, Çalıkusu hikayesiyle idealize ettiğim gurbette öğretmenlik serüvenimin ilk haftası.Henüz gurbet, memleket kavramları dimağımda saf hallerinde bekleşmekteler.  Gülbeşeker karakterinden oldukça uzağım. Hayatım ilk bölümleri tutmayıp yayından kaldırılmış dizi tadındaydı o zamanki bana göre. Ne istemiştim, neden bu bölümü okumuştum, kendi kendime kurduğum  kariyer planları nasıl daha yolun başındayken yanıp bitip kul olmuşlardı. Suçluydum. Çabuk vazgeçmiştim belki de. Beni desteklemeyen ailem de suçluydu ama onlara belli edemezdim. Haritadan seçtiğim bu memlekette yaslanıp gidecektim bende işte. Kırgındım. İçimde var olduğunu zannetiğim potansiyeli kimse görmemişti. Bitkindim. Çok uğraşmıştım ama olmamıştı.

İşte bütün bu duygularla bindim ilk Ankara- Yozgat arası yapacağım otobüs yolculuğuna… Ankara’ya gidecek, 4 yıldır kök saldığım o şehiri terketmeden önce son kez arkadaşlarımı görecek, eşyalarımı toparlayacak ve geri gelecektim. İçimde kopan fırtınalardan habersiz anne babam tuttuğumuz evi bu arada yerleştirecek, ben döner dönmez de yola çıkacaklardı. Sakarya caddesinde ABA’da döner, Moda çarşısından Matmazel çanta ve daha sonra aldığıma bin pişman olacağım ve ilk defa hayatımda nasır bandi kullanmamı gerektirecek öğretmen ayakkabısı alışverişinden sonra çöp poşetine doldurduğum eşyalarımla birlikte 4 sene geçirdiğim arkadaşlarıma veda ederek Yozgat’ın yolunu tutmuştum. Ağladım, hem de çok ağladım. Markası belli olmayan kakaolu kek ve yarım bardak nescafe krema eşliğinde içim dışım sonbahar döndüm Yozgat’a.

Geriye dönüp baktığımda o halime hem acıyor, hem gülüyorum. O zaman çığlık çığlığa ben buraya ait değilim diye bağırmak istemiştim. Aradan geçen bunca yılda değişmeyen tek şey olmayan aidiyet hissi yine. Where do I belong? İşte bu sorunun cevabı hala verilmiş değil. Kesinlikle şimdi bulunduğum yere ait değilim, artık bir hayale dönüşmeye başlayan memleket dediğim yere de ait olmadığım kesin. Beni ben yaptığını düşündüğüm herşey kalın bir sis perdesinin ardında gizli sanki.
Her gün daha da artarak varsayımlarımın çoğunun yanlış olduğunu hissediyorum. Yıllarca çiviyle çakılmış gibi değişmez, vazgeçilmez kesinliklerim birer birer yerlerinden oynuyor. Müdahale etmeye korkuyorum. Sanki biraz oynasam daha da kaybolacaklar.

“Yüzümün sağ tarafı parlıyor mu?” diye sorardı anneannem. Çocuk saflığıyla ne cevap vereceğimi bilemez, onu üzmemek için  genelde “Yani parlıyor sanırım.” ile başlayan kıkırdamakla karışık cevaplar verirdim. Anneannem çektiği zikirlerin yüzüne yansıması umuduyla sorardı. 10 tane farklı renklerde 100’lük tesibihi birleştirip yaptığı 1000’lik tesbihi sedirin üstünde bir kedinin büzüşüp soba kenarına kıvrıldığı gibi dururdu. Odanın vazgeçilmez aksesuarlarından biriydi o zaman. Onun dışında güllü Yasin, iç içe kıvrılmış örgü patikler, kaneviçesi eskimiş seccade ve duvarda sarı çerçeveli Hacca gittiğinde aldığı Hacerul Esved’in büyük boy resmi. Bütün bunlar nerden geldi yine aklıma? Anneannemin yüzüm parlıyor mu sorusu gibi naif, masalsı benim için de “Nereye aitim?” sorusu. Sahi varlığını bilemediğim sayın okuyucu? Deyiverin siz cevap verebiliyor musunuz bu soruya???

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Umut iyi bir kahvalti, fena bir aksam yemegidir.

YASAMAK ZOR ZANAAT VESSELAM...

Ardic Agaci